10 Ekim 2008 Cuma

EXLIBRISLER






























GRAVURLER




















Yönler I 24 x 7(gravur)











Yönler III 22x10( gravur)


Yönler IV 35x19( gravur)





YÖNLER V -19x19(gravur)







KARALAMALAR

Anlamsız bulduğun yıllarıma inatla,
iki tel saçın kaldı güncemin
kırmızı sayfalarında

…Şaşkın Bir Sabah


Beyaz, soğuk bir havada durmuş, zincirleri olmayan bir kenti izliyordum. Bu kent üzerinde taşıdığı insanlara inat yeni gibiydi. Asırlık bir geçmişe, destanlara, üzerine yazılmış yüzlerce şiire, kurulmuş binlerce medeniyete sahip değildi. Şehir sanki yeni doğmuştu.

İnsancıklar, üzerlerini toz, duman kaplanmış, havasının pusuna karışmış kaybolmuş insancıklar…! Yüzlerindeki çizgilerinden okunan yorgunluk, gözlerinden okunansa hep güvensizlikti.

Bense onca kalabalığın içinde yalnız duruyor, kulağımı gürültüye bulandırılmış, çığlıklara veriyordum. Bir şeyler söylüyordu şehir, “kaç” diyordu.
“Ya da bu kaosun içine sen de dal. Burada ben yok”

Kim bilir kimler, “Ben”liklerini arama serüvenlerinde harap olup düştü, geride kaldı…?
“Burada Ben yok barınamaz, varolamaz. Ya gel, ya da yalnızlığına git.”

Direnebilir miydim? Bu kentte var olabilir miydim? Tıpkı diğerlerini yuttuğu, tükettiği kendi potasında erittiği gibi eritebilir, harcayabilir miydi beni?

Peki ya Tanrı, bir peygamber gibi beni de cezalandırır mıydı? Bir şehrin midesinde ömrümü tüketebilir miydim?

Bulanık Kuyuda

Sağanak bir yağmur gibi yağarken üzerime sorular, aklıma ardımda bıraktıklarım gelmişti. Bu kent daha şimdiden yabancılaştırmıştı beni göz yaşlarıma, tarihime, yani bana! Geride kalanlarla aramda uçurum oluşmuştu bile… sessizlik sesin içinde eriyor… Seslenişler kayboluyordu karanlıkta. Anımsadıklarım isimsizdi artık. Dostumu bile tanıyamıyordum bu bulanıklıkta. Koca şehir sorularıyla oyalamış bağlamıştı bile beni kara tenine…

Kaldırım taşlarıyla anlamsızca bakışırken dalmış, taksinin acılı kornasıyla kendime gelmiştim. Arkamı dönüp bir mağazanın camekanın daldım. Kendimi seçemiyordum camda. Görmeye çalışırken tüm objeler, nesneler, ışıklar karışıyordu camdaki yansımama… kayboluyordum.

Hemen yanı başımda sokağın zamanına tanıklık etmiş bilge bir ağaç, arabalar, caddede kentin hızı ile yarışan, koşuşturan insancıklar, tıpkı kendini benim gibi kaybolmuş hisseden etrafına şaşkın şaşkın bakan zayıf sokak köpeği, valiziyle kendini taşımaya çalışan yaşlı bir adam, hemen ileriden kalabalığı yarar gibi giden alımlı bir kadın, insanın üstüne üstüne gelen binalar… daha sayamadığım bir çok şey benimle birlikteydi o camda.

İşte bu kentte insanın neden kendini bulamadığını anlamaya başlamıştım. Kendinle kalamamak zordu bu şehirde, buna zaman mı yoktu? Vardı, ama sorun bu kadar karmaşanın içinde zincirlerinden kopamamak, fırsat bulup kaçamamaktı. İnsanlar durup kendilerini dinleyemiyor, iç dünyalarına dalamıyordu. Tüm dikkatler şehrin soğuk yüzüne çevrilmişti.

Bu kaosu insanlar yüzyıllar evvel yaratmıştı. Çark sürekli dönüyordu, “Dur” diyen de yoktu. Belki de asla olmayacaktı. Her şey böyle olunca da insanın benliğini duyması olanaksızlaşmıştı. Çünkü o ses zaten en derindeydi. Çıkartmak için gayret, üstünü kaplayan ölüm tozlarını silmek içinse rüzgardan yardım almak gerekliydi. Fakat kovulmuş, hor görülmüş rüzgar bu kent insanına küskündür. Doğaya sırtını dönmüş , kendisine ihanet etmiş olana kim geri döner ki! Doğal afetlerdeki kayıplar buna kanıt değil midir?

Kendini bile unutan insandan doğa öcünü, hıncını çok ağırda olsa bu tip felaketlerde alıyordu…


Kanayan gözler ardından bakan,
Derin cümleler vardı dilimin beri ucunda

Çöle bulanmış sıcaklığıyla sözlerim
Yakardı diğerinin bana ters düşen gölgesini


.............. Sen

Sorularımı sırtıma alıp yalnızlığın koluna girdim.

Yürümeye başladığımda üzerime doğru gelen kalabalığa ve yüzlerine bakıyordum. Onlarla göz göze geliyor olsam da, aslında beni görmediklerini anlamak çok zor değildi. Kimileri yere, kimileri cadde üzerindeki mağazaların süslü vitrinlerine, kimileri de fütursuzca bana bakıyor, hiçbirinin yüzü gülmüyordu. Bu insanların ızdıraplarını, korkularını gözlerinden okumamak, yalnızlıklarını, karanlığa olan tutsaklıklarını fark etmemek mümkün değildi

Kendini bilmek, tanımak zordu bu kentte. İçimizdeki manevi açlık çığ gibi büyürken diğerini bulmakta kolay olmuyordu. Ola ki buldunuz. Yine bunca karmaşanın içinde “o”nu kaybetmek zor olmuyordu.

Ansızın bir fırtına çıkıp gecenin ayazından, bir süpürge misali süpürürdü tüm yaşanmış, sancılı anılarınızı…! Kaybolurdu şehrin yalnız sokaklarında, sessizce dolananlar arasında, ruh ikizi dediğimiz diğer yarılarımız.

Tam bulmuşken bir nefes sonra yine kaybediyor. Ne yazık ki yarım kalıyorduk." Çakıl taşlarının arasında tuzlu, en beyaz taşı alıyorduk". Zamana yenik düşüp avuçlarımızdan kayıyordu. Sonra kararıp yok oluyorduk. Düzene yenik düşüyordu kaldırımlarda dilenen sevdalar, “Sen” diyordu içimizde, derinden gelen ses “sen neredesin?” Peki ben neredeyim? Hangi lağımında gizli kaldım bu şehrin…?

........Diğeri

Gün ışığı mutlu eder ya her insanı. Gri bulutlarla kaplıydı bu gökyüzü, İnsanoğlunun gücü vardı. Aslında bu doğaya hakimdi. Bir zamanlar onunla iyi geçinirdi. Yıkım, değişim, kaos yoktu. Doğanın damarlarında hayat bu kadar hızlı akmıyor, insanın başını döndürmüyordu. Ezilmiyor, kendini doğanın dostu, arkadaşı gibi görüyor, gücünü onun gücüne denk buluyordu.

Sonra bir şeyler değişti. Ona yabancılaştı. Doğaya yabancılaştıkça uçurum arttı ve kendine de yabancılaştı. İnsan etrafına ördüğü duvarların içinde başka “yapay bir doğa” kurdu eski dostunun üstüne… sonra yarattığı devin altında unuttu pembe düşleriyle sarılı benliğini. İnsanlığını unuttukça hırçınlaştı. Hem cinsine yabancılaştı. Bencilleşti. Sevmeyi unuttu mesela, çıkarsızca… kavramları tüketti. İçini boşaltıp yerine yamyamlığını haklı gösterecek bir sürü anlamlar koydu

Yetişemeyeceğini bile bile zamanla neden yarışırdı ki insan?!

Kaldırıma teğet ilerlerken adımlarım bana yabancı bu şehri düşünmeye çalışıyordum. Her şey hissedebilmekti bazılarına göre, alışabilmekti.

Bu yapay doğaya alışamamıştı ruhum. Bedenimi teslim alan şehrin çığlıkları ruhuma ulaşamamıştı henüz. İnsanın özüne, değerlerine aykırı bir sistem, diğer sistemle çakışıyordu doğal olarak. Ancak kendini kandırarak, yalanlar kurarak varolduğunu sanarak geziniyor, nefessiz yaşıyordu. Bazen sorun bende mi diye düşünüyordum? Beklide yalanlarına ısınamamıştım. Ruhumun sıcaklığına erişemiyordu kent. Sorunum buydu iyi oynayamıyordum rolümü… bu yüzden kendimi yokluğun içinde, hava da gibi hissediyordum. Adımımı attığımda bana güven verecek bir şeyi arıyordum. O toprağın derinliklerinde saklanmıştı kokusu burnumdaydı. Kazımak gerekti üstünü sevinç çığlılarıyla karşılamak, göz yaşlarıyla sulamak lazımdı tohumlarını – ki yeşerip doğsun, önce ruhlarımıza sonra duvarları yıkıp doğaya


Yalan Üstüne Küçük Not

Yaşamın bize sundukları o kadar karmaşıklaşıyordu ki bazen geçmişimize tükettiğimiz nefesleri, ne kadar mutlu olmuşsak olalım, yaşanmamış sayabiliyor, değerlerimizi yok edebiliyorduk.

Beyaz bir dünya istiyoruz hepimiz

Ama zaman ilerledikçe bu beyaz dünya sararıp, kentin lekelerini almaya başlıyor defterimiz eskiyordu. Belki de hiç istemediğimiz anılarla dolu sayfalar, çoğu zaman kırmızıya dönüyordu. Kurulan hayat, düşler bakıyorsunuz ki gerçeklerle yüzleştiğinizde bambaşka deryalarda boğulup yok oluyordu.

Yalan oluyordu…


Ufka uzak bedenim bağırır ve
titrer ıslanmış gözlerim
hep daha ilerisini görmek için…


DÜŞ BAHÇESİ


Düşlediklerim vardı elbet… Düşlediklerimiz vardı. Kentin gölgesinde eriyen oyunlarımız vardı.

Gelecek insanoğlunun elinde sağa sola serpiştirdiği bir kumdu. Onu düşünür senaryolar üretir, siler, yıkar yeniden inşa eder. Yakar ama sonunda hep boyun eğerdi. Kentteki insanın ufkuyla toprağa bağlı, doğaya dost kalabilmiş insanın ufku elbette eşit değildi. Şehrin duvarları arasında sıkışan insanın tercihi, düşledikleri hep anlık olmuştu. Çünkü önünü görmekten aciz bırakılmış, bu makineleşmiş, insan hayal etme yetisinden de yoksundu. Hayalleri çalınmıştı bir şekilde… bahçesinde toprağıyla sevişen içinse hayat hep yeniden başlardı. Umut bahçesinde meyveler hiç eksik olmaz, güneş ne zaman batsa tekrar doğar ve bunu bilen insan umudunu hiçbir zaman yitirmezdi. Çünkü doğa bu kendini bozmamış insanın her zaman yanında olurdu.

O insanlar gibi yaşama hayalim, düşünmeden edemediğim bir şey. Bu duvarlarla, betonlarla çevrelenmiş dünyamda mutsuzum. Benliğim satılmış teslim alınmış hissiyle dolu ve böyle doğuyordum her güne. Biliyordum ki çoğu insan da mutsuzdu. Huzursuzdu. Kaderine boyun eğmişti ve benim içimde uyanan bir şeyler vardı. Bazı şeylerin farkına varmıştım. Ben artık eski köle değildim. Bunu biliyordum.

Tüm dünyaya gözlerimi yummaya karar verdim. Sonra…

Tekrar açtığımda karşılaştığım gerçeklik belki de hayatımda karşılaşabileceğim en güzel manzaraydı. Artık betonlarla çevrili bir dünyada değildim. Kentin sesini duymuyordum. Bir tepedeydim ve tüm dünyaya hayvanlarımın şarkıları eşliğinde bakıyordum.

Bir kuzu uçsuz bucaksız ovaya doğru koşuyordu tüm acılarından arınmış beni de yanına alarak.. alabildiğine yeşilliğin içinde tüm tonları ile dağ sarıyordu beni. Sonra bir taş görüyorum yerde, beyaz. Şehirde görsem alacağım, cebimde saklayacağım bir güneşe vermek için…. Sonra düşünüyorum almamalı mıydım? Doğa onu orada var etmişti çünkü işte insanlar böyle başlamıştı dengeyi bozmaya………

Belki de her taş yerinde durmalı… her insan istediği gibi yaşamalıydı…. Her gün, gün yeniden doğmalı…. İnsanoğlu bilmeli, anlamalı, düşlemeliydi!

Düşlemeliydi ki gerçekleri görebilsin…


Son mu?
kim bilir belki devam eder......

KARALAMALAR

Yıldızlarla Sohbette Gözlerim

Mühür vurmuş dudaklarına gri gökyüzlü şehirde…!


Sessiz koca bir şehirde, uzaklaştıklarının yakın nefesinde buldun kendini… Derinlerden gelen bir ritim hep kulağında çalarken, aklın aynı şeyi söyler yüreğine, özledim! Yüzündeki solgun renk ruhunun yansıması, gözlerindeki buğuysa, içinden akıp gelen debisi yüksek bir akarsuydu denizlere döktüğün... Islak ve kaygan kaldırımlara basmıyordu ayakların. Hep teğet geçiyordun caddelerde söndürülen sigaralara… Ve atlayamıyordun, bedenindeki yaralara benzeyen, içleri su dolmuş çukurları.

Kendini hep o kaybolmuş iskelede bulurdun. Bir tek o yakın gelirdi sana ve ortak yanlarınızı anlatırdınız birbirinize. Gecenin örtücü rengi çökmeye başlayınca gözlerine, bir keder takıp yüreğine uzaklaşırdın oradan da.

Hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmamak, olamamak mıydı özgürlük? Yoksa bu kandığımız yalnızlık mıydı? Biz üstüne kuşlarla bezeli örtüler mi sermiş, kılıf mı giydirmiştik? İnsan ait olmak istiyordu. Kendini bir başkasının kollarına vermek, kayıtsız bağlanmak, sımsıkı sarılmak. Aşktı özgürlüğün düşmanı. Bunu anlamıştın. Benliğini yok eden ateş.

Yanmaktan korkmayan bir yürek alıp avuçlarına koşarak gidiyordun ölümüne… Hiç korkmuyordun düşmekten, incinmekten. Uzun bir yolculuğa doğru, bile bile gidiyordun karanlık kapılar ardına… Cesaretin aklını alıyordu başından, karşı koyulmaz bir arzuydu dilini düğümleyen ılık düşlerin. Savaşıyordun yanılmak için, görünür de aşık hep kaybederdi. Oysa bilirdin ki; Onun, içselleştirip ders çıkartmaktı yenilgiden ödevi.
Zaferini kutluyordu göz yaşların, adına kanınla tatlandırılmış kadehler kaldırıyordu. Yaraların soğumadan kalkamıyordun ayağa. Dert ortağın, seni üzmeden dinlemeye yeminli, iskeleye bile gidemiyordun çoğu zaman. Bekliyordun dört duvarlar ardında, Ne zaman dışarı adımını atsan, yanı başındaydı onlarda…


II
Gündüzün ağır yüküyle geceye yıkılan kentler gibiydik. Zaman eridikçe gözlerimizde anlıyorduk gerçekleri… Galiba kaybedilenler kazandıklarımızın bedeliymiş. Ve sessiz bir kış akşamında her şey bitmiş.

Aslında gece yalnızlığa aşıktı. Gündüz de geceye. Gece ise onu yalnızlıkla aldatıyordu. Trajik bir aşk üçlemesi… Binalar, caddeler, evler, soğuğa tüten bacalar şahitti tüm olan bitene, birde birbirimizden habersiz ikimiz.

Sen pencerende yıldızlarla sohbet ediyordun. Bense duvarların ardında pusuya yatmış ıslak gözlerini düşlüyordum. Gece gibi değildim ben. Bir an olsun çıkmıyordu aklımdan adın… kapıma ne zaman gelse yalnızlık kovuyordum aramızdan onu. Gün gibi sabırlıydım işte. Bekliyordum, zaman yakamda, güneşin batmasını ve karanlığın doğmasını ve adınla baş başa kalmayı.

Yağmurda ıslanmayı seviyordu saçların, bense içine sen bulaşınca yağmurun onu koklamayı. Ve sözüm vardı sana, yine bir sonbaharda gelecek ince ince yağacaktım düşlerine.

Hatırlıyorum eteklerine biriktirdiğin masalları sayardım ne zaman uzansam dizlerine. Hep aynı başlangıcı olan ve sonu belirsiz masallardı bunlar. Zamana direnen iki karakterdi düşlerindeki kahramanlar, ben birleştirmeye çalıştıkça parçaları, sen ayırıyordun yollarını. İnadıma birini bir uca, diğerini diğer uca koyuyordun.

Gerçekçi bakıyordun hayata, gerçek ötesi gözlerinle… Ne zaman dalsam içine çıkışlarım zor olurdu. Çöle düşmüş gibi oluyordum. Kızgın ama yakmayan çöl kumu gibiydi için. Hani derdim hep “dokunsam gözlerine neredeyse eriyeceğim” işte neredeyse öyle.

Aslında mutluydum ben içinde. Kovmadan da niyetim yoktu bırakıp gitmeye seni. Fakat hep hazırdın, hevesliydin göndermeye beni. İplerimi bilerek hiç sıkı tutmazdın. Bakışlarından anlardım gitme vaktimin geldiğini… giderdim.

Şimdi dert ortağın iskeledeyim. Gözyaşları döktüğün yerde senden geriye kalan kokunla sohbetteyim. Kendi yaşlarımı da ekleyerek muhabbetimize gelip kurumuş topraklarıma yağacağın günü düşlemekteyim.

III
Bir bitişin ardından başlamıştı yeni yok oluş hikayen. Zor olmuştu yürüdüğün yoldan ayrılman, eski bir yürekte bırakırken köklerini, kokusu içine işleyen bir sessizlik kalmıştı yitirdiklerinden geriye…

Kendini, kendine uzak ama tanıdığın bir şehirde bulmuştun yeniden. Çok önceleri nefesin karışmıştı bu coğrafyaya ve toprak tanıyordu gözyaşlarının tuzunu. Kader bu kez kalpsiz getirmişti seni oraya. Hissettiğin yalnızlıkta buydu zaten.

Oysa, içindeki yıpranmış, toprağı çürümüş kenti terk edeli çok olmamıştı. Bırakıp giderken bir şehri yanına aldığın üç beş çakıl taşı çoktan soğumuştu. Tekrar yanmalarından korkarak avuçlarında çıkarıp cebinden atamıyordun denize onları…

Ilık bir sesi özlüyordu kulakların, ateşe düşmüş gibi, yanan bedenini saran o şiddetli sesi.

Artık düşlerindeydi sadece ve silik bir suretti hatırladığın… Benden geriye gözlerinde parlayıp başlayan yolculuğuna, dudaklarına deyip, usulca boynunda eriyen ürkek bir ıslaklık kalmıştı. Ay ışığı kırmızıya çalınmıştı. Süzülüyordu sessizce küçücük pencerenden odana. Sigaranın dumanına karışırken melankolik şarkılar zaman gibi ağır ağır bir damla daha akıyordu göz bebeklerinden yastığına. Dayanamıyordun çoğu zaman soğuğa kesmiş bu sessizliğe ama ne soğuk ne de bu sessizlikti içini üşüten. Bir çığlık gelip çarpsın istiyordun gökyüzüne ve bütün özlediğin yıldızları döksün yatağına… Düşlerin geri gelmeliydi oralardan ve bedenin yeniden alevlenmeliydi, kalbin yeniden başlamalıydı atmaya… Olmuyordu. Zaman tüketmişti tik taklarında yorgun saatleri. Sessizce çekilmişti gün gözlerinden, uykuları da yanına alarak. Terk edilmişlik hissiyle yanarken için, ben hala seninleydim. Islak gözlerinde, sızlayan kalbinde, attığın her adımında, yastığa başını koyar koymaz gelen sorularındaydım. Merak içerisinde soluduğun nefesindeydim. Biliyorduk ki bir gün kapanmadan şu hayata gözlerin yok olmayacaktım.
Çünkü ben ilkindim…

IV
Çocukluğumdan kalma hayal meyal anılarda gezinir gibi, bir süre sessizce, dolaşıp durdum yıkıntılar arasında. Hangisi daha acı verir insana, bir şeyleri yıkmak mı? Yıkıntılar arasında sessizce söyleyecek söz bulamadan dolaşmak mı?

Geçmişten bir gölgenin izini sürüyordum sanki. Yıllar sonra yuvasına dönen bir gurbetçi gibi şaşkın ve ürkektim. Ne tuhaf! Hayat akıp giderken ve bizler zihinlerimizden yitirirken nice güzel hatıraları, yine de karşılaştığında bir anıyla, hala taze kalabilmiş bir koku duyar insan… Unuttuğumuzu sandığımız o hatıra;
“Buradayım… Taşların altında kaldığıma bakma! Üstüme serilen bu toprağa aldanma. Ben hala buralardayım. Bilinç altına da itsen, unutmak istesen de ben tüm yaşanmışlığımla gerçekliğimle buradayım” der gibi bakar insana…

Sen sanki hatırlatmak adına bana, kaçıp giderken bir adım ötemden, bir ağaca adını, martıya beyazlığını, bir toprağa yağmur kokunu ve şu uçsuz bucaksız denize gözlerini bırakmıştın.

Zaman gövdesinde tüketse de kentleri, bazı şeyler değişmiyordu. Dönüp baktığında geriye değişenler hep yüzeyseldi. Ya özünde? İçselleştirdiğimiz ne varsa aynı kalmıştı. Yalnız onlara bakan bu gözler, yani biz değişmiştik. Ağızlarımızdaysa aynı kelimelerle kurulmuş başka cümleler vardı. Ah! Bir okuyabilseydik birbirimizin gözlerini farkına varacaktık belki de haykırdığım neydi haykırdığımız neydi…

Sen kendi topraklarında, bense bana biçilen bu koca boşlukta, usanmadan sıkılmadan yeni sorular türeterek içimizden, bir kez daha dağlayarak kalbimizi kurcalayıp duruyorduk tüm yaşadığımız yanlışları. Kurcalıyorduk. Kurcaladıkça batıyorduk. Battıkça da yokluğa her gün biraz daha yaklaşıyorduk.

Ruhlarımızda yılların açtığı gedikler ve onca soluksuz yaranın ardından,aradığımız; nerede kaybettiğimizi bir türlü anlayamadığımız, sevgiye batırılmış bir tutam güvendi yalnızca… Arzuladığımız bu büyük düşü küçücük ve önemsiz gerçeklerde kaybetmiştik. Aslında türlü kasırgalar atlatmıştı bedenlerimiz. Okyanuslara dalmış, azgın dalgalarla boğuşmuş sonra nasılsa kurtularak boğulmaktan yeni yenilgilere yelken açmıştık. Depremler geçirmiştik. Sarsıntıların en büyüğünde bir yanımızı, artçılarda da kalan ümitlerimizi yitirmiştik.

Yinede yok edememiştik her şeyi. İki yorgun savaşçıydık artık ve bırakıp birbirimizle didişmeyi kabuklarımıza çekilmiştik. Sonra başa çıkamayınca içimize dolan sessizlikle iki cellat edinip kendimize, teslim etmiştik aşk ile sarhoş olmuş kellerimizi. Onlar karar vereceklerdi bizim adımıza. Bitiremediğimiz o şey neyse onlar son verecekti… sabaha kadar kayaları döven dev dalgalar gibiydiler. Nöbetleşe ağlarken biz, durmadan, yılmadan yıktılar kalelerimizi.

Yerçekimine yenik iki yana düşerken bedenlerimiz karanlıktan kaçıp bir kelebek süzüldü pencereden içeri kanatları titrek, gözleriyse batan güneşe ağlamaklıydı.

SON


Yıllar sonra bu ölü iki beden dirilirde birbirine kavuşursa ne olur? Yaşamadan bilinemezdi. Yaşandı. Bilindi. Kibirle boğulmuş iki beden sevgiyle mantıkla yeniden doğdu korkularını defederek af olundu.