10 Ekim 2008 Cuma

KARALAMALAR

Yıldızlarla Sohbette Gözlerim

Mühür vurmuş dudaklarına gri gökyüzlü şehirde…!


Sessiz koca bir şehirde, uzaklaştıklarının yakın nefesinde buldun kendini… Derinlerden gelen bir ritim hep kulağında çalarken, aklın aynı şeyi söyler yüreğine, özledim! Yüzündeki solgun renk ruhunun yansıması, gözlerindeki buğuysa, içinden akıp gelen debisi yüksek bir akarsuydu denizlere döktüğün... Islak ve kaygan kaldırımlara basmıyordu ayakların. Hep teğet geçiyordun caddelerde söndürülen sigaralara… Ve atlayamıyordun, bedenindeki yaralara benzeyen, içleri su dolmuş çukurları.

Kendini hep o kaybolmuş iskelede bulurdun. Bir tek o yakın gelirdi sana ve ortak yanlarınızı anlatırdınız birbirinize. Gecenin örtücü rengi çökmeye başlayınca gözlerine, bir keder takıp yüreğine uzaklaşırdın oradan da.

Hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmamak, olamamak mıydı özgürlük? Yoksa bu kandığımız yalnızlık mıydı? Biz üstüne kuşlarla bezeli örtüler mi sermiş, kılıf mı giydirmiştik? İnsan ait olmak istiyordu. Kendini bir başkasının kollarına vermek, kayıtsız bağlanmak, sımsıkı sarılmak. Aşktı özgürlüğün düşmanı. Bunu anlamıştın. Benliğini yok eden ateş.

Yanmaktan korkmayan bir yürek alıp avuçlarına koşarak gidiyordun ölümüne… Hiç korkmuyordun düşmekten, incinmekten. Uzun bir yolculuğa doğru, bile bile gidiyordun karanlık kapılar ardına… Cesaretin aklını alıyordu başından, karşı koyulmaz bir arzuydu dilini düğümleyen ılık düşlerin. Savaşıyordun yanılmak için, görünür de aşık hep kaybederdi. Oysa bilirdin ki; Onun, içselleştirip ders çıkartmaktı yenilgiden ödevi.
Zaferini kutluyordu göz yaşların, adına kanınla tatlandırılmış kadehler kaldırıyordu. Yaraların soğumadan kalkamıyordun ayağa. Dert ortağın, seni üzmeden dinlemeye yeminli, iskeleye bile gidemiyordun çoğu zaman. Bekliyordun dört duvarlar ardında, Ne zaman dışarı adımını atsan, yanı başındaydı onlarda…


II
Gündüzün ağır yüküyle geceye yıkılan kentler gibiydik. Zaman eridikçe gözlerimizde anlıyorduk gerçekleri… Galiba kaybedilenler kazandıklarımızın bedeliymiş. Ve sessiz bir kış akşamında her şey bitmiş.

Aslında gece yalnızlığa aşıktı. Gündüz de geceye. Gece ise onu yalnızlıkla aldatıyordu. Trajik bir aşk üçlemesi… Binalar, caddeler, evler, soğuğa tüten bacalar şahitti tüm olan bitene, birde birbirimizden habersiz ikimiz.

Sen pencerende yıldızlarla sohbet ediyordun. Bense duvarların ardında pusuya yatmış ıslak gözlerini düşlüyordum. Gece gibi değildim ben. Bir an olsun çıkmıyordu aklımdan adın… kapıma ne zaman gelse yalnızlık kovuyordum aramızdan onu. Gün gibi sabırlıydım işte. Bekliyordum, zaman yakamda, güneşin batmasını ve karanlığın doğmasını ve adınla baş başa kalmayı.

Yağmurda ıslanmayı seviyordu saçların, bense içine sen bulaşınca yağmurun onu koklamayı. Ve sözüm vardı sana, yine bir sonbaharda gelecek ince ince yağacaktım düşlerine.

Hatırlıyorum eteklerine biriktirdiğin masalları sayardım ne zaman uzansam dizlerine. Hep aynı başlangıcı olan ve sonu belirsiz masallardı bunlar. Zamana direnen iki karakterdi düşlerindeki kahramanlar, ben birleştirmeye çalıştıkça parçaları, sen ayırıyordun yollarını. İnadıma birini bir uca, diğerini diğer uca koyuyordun.

Gerçekçi bakıyordun hayata, gerçek ötesi gözlerinle… Ne zaman dalsam içine çıkışlarım zor olurdu. Çöle düşmüş gibi oluyordum. Kızgın ama yakmayan çöl kumu gibiydi için. Hani derdim hep “dokunsam gözlerine neredeyse eriyeceğim” işte neredeyse öyle.

Aslında mutluydum ben içinde. Kovmadan da niyetim yoktu bırakıp gitmeye seni. Fakat hep hazırdın, hevesliydin göndermeye beni. İplerimi bilerek hiç sıkı tutmazdın. Bakışlarından anlardım gitme vaktimin geldiğini… giderdim.

Şimdi dert ortağın iskeledeyim. Gözyaşları döktüğün yerde senden geriye kalan kokunla sohbetteyim. Kendi yaşlarımı da ekleyerek muhabbetimize gelip kurumuş topraklarıma yağacağın günü düşlemekteyim.

III
Bir bitişin ardından başlamıştı yeni yok oluş hikayen. Zor olmuştu yürüdüğün yoldan ayrılman, eski bir yürekte bırakırken köklerini, kokusu içine işleyen bir sessizlik kalmıştı yitirdiklerinden geriye…

Kendini, kendine uzak ama tanıdığın bir şehirde bulmuştun yeniden. Çok önceleri nefesin karışmıştı bu coğrafyaya ve toprak tanıyordu gözyaşlarının tuzunu. Kader bu kez kalpsiz getirmişti seni oraya. Hissettiğin yalnızlıkta buydu zaten.

Oysa, içindeki yıpranmış, toprağı çürümüş kenti terk edeli çok olmamıştı. Bırakıp giderken bir şehri yanına aldığın üç beş çakıl taşı çoktan soğumuştu. Tekrar yanmalarından korkarak avuçlarında çıkarıp cebinden atamıyordun denize onları…

Ilık bir sesi özlüyordu kulakların, ateşe düşmüş gibi, yanan bedenini saran o şiddetli sesi.

Artık düşlerindeydi sadece ve silik bir suretti hatırladığın… Benden geriye gözlerinde parlayıp başlayan yolculuğuna, dudaklarına deyip, usulca boynunda eriyen ürkek bir ıslaklık kalmıştı. Ay ışığı kırmızıya çalınmıştı. Süzülüyordu sessizce küçücük pencerenden odana. Sigaranın dumanına karışırken melankolik şarkılar zaman gibi ağır ağır bir damla daha akıyordu göz bebeklerinden yastığına. Dayanamıyordun çoğu zaman soğuğa kesmiş bu sessizliğe ama ne soğuk ne de bu sessizlikti içini üşüten. Bir çığlık gelip çarpsın istiyordun gökyüzüne ve bütün özlediğin yıldızları döksün yatağına… Düşlerin geri gelmeliydi oralardan ve bedenin yeniden alevlenmeliydi, kalbin yeniden başlamalıydı atmaya… Olmuyordu. Zaman tüketmişti tik taklarında yorgun saatleri. Sessizce çekilmişti gün gözlerinden, uykuları da yanına alarak. Terk edilmişlik hissiyle yanarken için, ben hala seninleydim. Islak gözlerinde, sızlayan kalbinde, attığın her adımında, yastığa başını koyar koymaz gelen sorularındaydım. Merak içerisinde soluduğun nefesindeydim. Biliyorduk ki bir gün kapanmadan şu hayata gözlerin yok olmayacaktım.
Çünkü ben ilkindim…

IV
Çocukluğumdan kalma hayal meyal anılarda gezinir gibi, bir süre sessizce, dolaşıp durdum yıkıntılar arasında. Hangisi daha acı verir insana, bir şeyleri yıkmak mı? Yıkıntılar arasında sessizce söyleyecek söz bulamadan dolaşmak mı?

Geçmişten bir gölgenin izini sürüyordum sanki. Yıllar sonra yuvasına dönen bir gurbetçi gibi şaşkın ve ürkektim. Ne tuhaf! Hayat akıp giderken ve bizler zihinlerimizden yitirirken nice güzel hatıraları, yine de karşılaştığında bir anıyla, hala taze kalabilmiş bir koku duyar insan… Unuttuğumuzu sandığımız o hatıra;
“Buradayım… Taşların altında kaldığıma bakma! Üstüme serilen bu toprağa aldanma. Ben hala buralardayım. Bilinç altına da itsen, unutmak istesen de ben tüm yaşanmışlığımla gerçekliğimle buradayım” der gibi bakar insana…

Sen sanki hatırlatmak adına bana, kaçıp giderken bir adım ötemden, bir ağaca adını, martıya beyazlığını, bir toprağa yağmur kokunu ve şu uçsuz bucaksız denize gözlerini bırakmıştın.

Zaman gövdesinde tüketse de kentleri, bazı şeyler değişmiyordu. Dönüp baktığında geriye değişenler hep yüzeyseldi. Ya özünde? İçselleştirdiğimiz ne varsa aynı kalmıştı. Yalnız onlara bakan bu gözler, yani biz değişmiştik. Ağızlarımızdaysa aynı kelimelerle kurulmuş başka cümleler vardı. Ah! Bir okuyabilseydik birbirimizin gözlerini farkına varacaktık belki de haykırdığım neydi haykırdığımız neydi…

Sen kendi topraklarında, bense bana biçilen bu koca boşlukta, usanmadan sıkılmadan yeni sorular türeterek içimizden, bir kez daha dağlayarak kalbimizi kurcalayıp duruyorduk tüm yaşadığımız yanlışları. Kurcalıyorduk. Kurcaladıkça batıyorduk. Battıkça da yokluğa her gün biraz daha yaklaşıyorduk.

Ruhlarımızda yılların açtığı gedikler ve onca soluksuz yaranın ardından,aradığımız; nerede kaybettiğimizi bir türlü anlayamadığımız, sevgiye batırılmış bir tutam güvendi yalnızca… Arzuladığımız bu büyük düşü küçücük ve önemsiz gerçeklerde kaybetmiştik. Aslında türlü kasırgalar atlatmıştı bedenlerimiz. Okyanuslara dalmış, azgın dalgalarla boğuşmuş sonra nasılsa kurtularak boğulmaktan yeni yenilgilere yelken açmıştık. Depremler geçirmiştik. Sarsıntıların en büyüğünde bir yanımızı, artçılarda da kalan ümitlerimizi yitirmiştik.

Yinede yok edememiştik her şeyi. İki yorgun savaşçıydık artık ve bırakıp birbirimizle didişmeyi kabuklarımıza çekilmiştik. Sonra başa çıkamayınca içimize dolan sessizlikle iki cellat edinip kendimize, teslim etmiştik aşk ile sarhoş olmuş kellerimizi. Onlar karar vereceklerdi bizim adımıza. Bitiremediğimiz o şey neyse onlar son verecekti… sabaha kadar kayaları döven dev dalgalar gibiydiler. Nöbetleşe ağlarken biz, durmadan, yılmadan yıktılar kalelerimizi.

Yerçekimine yenik iki yana düşerken bedenlerimiz karanlıktan kaçıp bir kelebek süzüldü pencereden içeri kanatları titrek, gözleriyse batan güneşe ağlamaklıydı.

SON


Yıllar sonra bu ölü iki beden dirilirde birbirine kavuşursa ne olur? Yaşamadan bilinemezdi. Yaşandı. Bilindi. Kibirle boğulmuş iki beden sevgiyle mantıkla yeniden doğdu korkularını defederek af olundu.

2 yorum:

hayylaz.deviantart.com dedi ki...

Trabzon vakfıkebirde bir gece o son cümle denizden gelen uğultu ve pencereden o an içeri giren bir kelebekle dökülmüştü kağıtlara

hayylaz.deviantart.com dedi ki...

Çok gençmişim ve çok heyecanlı.. Yıllar sonra okuduğunda aynı şeyleri hissetmesemde ve hatalarımı görsemde hoşuma gidiyor hala..yazmak için yaşamak gerekir, yazamıyotsan yaşamıyorsun demektir. Biraz öyle biraz böyle...