10 Ekim 2008 Cuma

KARALAMALAR

Anlamsız bulduğun yıllarıma inatla,
iki tel saçın kaldı güncemin
kırmızı sayfalarında

…Şaşkın Bir Sabah


Beyaz, soğuk bir havada durmuş, zincirleri olmayan bir kenti izliyordum. Bu kent üzerinde taşıdığı insanlara inat yeni gibiydi. Asırlık bir geçmişe, destanlara, üzerine yazılmış yüzlerce şiire, kurulmuş binlerce medeniyete sahip değildi. Şehir sanki yeni doğmuştu.

İnsancıklar, üzerlerini toz, duman kaplanmış, havasının pusuna karışmış kaybolmuş insancıklar…! Yüzlerindeki çizgilerinden okunan yorgunluk, gözlerinden okunansa hep güvensizlikti.

Bense onca kalabalığın içinde yalnız duruyor, kulağımı gürültüye bulandırılmış, çığlıklara veriyordum. Bir şeyler söylüyordu şehir, “kaç” diyordu.
“Ya da bu kaosun içine sen de dal. Burada ben yok”

Kim bilir kimler, “Ben”liklerini arama serüvenlerinde harap olup düştü, geride kaldı…?
“Burada Ben yok barınamaz, varolamaz. Ya gel, ya da yalnızlığına git.”

Direnebilir miydim? Bu kentte var olabilir miydim? Tıpkı diğerlerini yuttuğu, tükettiği kendi potasında erittiği gibi eritebilir, harcayabilir miydi beni?

Peki ya Tanrı, bir peygamber gibi beni de cezalandırır mıydı? Bir şehrin midesinde ömrümü tüketebilir miydim?

Bulanık Kuyuda

Sağanak bir yağmur gibi yağarken üzerime sorular, aklıma ardımda bıraktıklarım gelmişti. Bu kent daha şimdiden yabancılaştırmıştı beni göz yaşlarıma, tarihime, yani bana! Geride kalanlarla aramda uçurum oluşmuştu bile… sessizlik sesin içinde eriyor… Seslenişler kayboluyordu karanlıkta. Anımsadıklarım isimsizdi artık. Dostumu bile tanıyamıyordum bu bulanıklıkta. Koca şehir sorularıyla oyalamış bağlamıştı bile beni kara tenine…

Kaldırım taşlarıyla anlamsızca bakışırken dalmış, taksinin acılı kornasıyla kendime gelmiştim. Arkamı dönüp bir mağazanın camekanın daldım. Kendimi seçemiyordum camda. Görmeye çalışırken tüm objeler, nesneler, ışıklar karışıyordu camdaki yansımama… kayboluyordum.

Hemen yanı başımda sokağın zamanına tanıklık etmiş bilge bir ağaç, arabalar, caddede kentin hızı ile yarışan, koşuşturan insancıklar, tıpkı kendini benim gibi kaybolmuş hisseden etrafına şaşkın şaşkın bakan zayıf sokak köpeği, valiziyle kendini taşımaya çalışan yaşlı bir adam, hemen ileriden kalabalığı yarar gibi giden alımlı bir kadın, insanın üstüne üstüne gelen binalar… daha sayamadığım bir çok şey benimle birlikteydi o camda.

İşte bu kentte insanın neden kendini bulamadığını anlamaya başlamıştım. Kendinle kalamamak zordu bu şehirde, buna zaman mı yoktu? Vardı, ama sorun bu kadar karmaşanın içinde zincirlerinden kopamamak, fırsat bulup kaçamamaktı. İnsanlar durup kendilerini dinleyemiyor, iç dünyalarına dalamıyordu. Tüm dikkatler şehrin soğuk yüzüne çevrilmişti.

Bu kaosu insanlar yüzyıllar evvel yaratmıştı. Çark sürekli dönüyordu, “Dur” diyen de yoktu. Belki de asla olmayacaktı. Her şey böyle olunca da insanın benliğini duyması olanaksızlaşmıştı. Çünkü o ses zaten en derindeydi. Çıkartmak için gayret, üstünü kaplayan ölüm tozlarını silmek içinse rüzgardan yardım almak gerekliydi. Fakat kovulmuş, hor görülmüş rüzgar bu kent insanına küskündür. Doğaya sırtını dönmüş , kendisine ihanet etmiş olana kim geri döner ki! Doğal afetlerdeki kayıplar buna kanıt değil midir?

Kendini bile unutan insandan doğa öcünü, hıncını çok ağırda olsa bu tip felaketlerde alıyordu…


Kanayan gözler ardından bakan,
Derin cümleler vardı dilimin beri ucunda

Çöle bulanmış sıcaklığıyla sözlerim
Yakardı diğerinin bana ters düşen gölgesini


.............. Sen

Sorularımı sırtıma alıp yalnızlığın koluna girdim.

Yürümeye başladığımda üzerime doğru gelen kalabalığa ve yüzlerine bakıyordum. Onlarla göz göze geliyor olsam da, aslında beni görmediklerini anlamak çok zor değildi. Kimileri yere, kimileri cadde üzerindeki mağazaların süslü vitrinlerine, kimileri de fütursuzca bana bakıyor, hiçbirinin yüzü gülmüyordu. Bu insanların ızdıraplarını, korkularını gözlerinden okumamak, yalnızlıklarını, karanlığa olan tutsaklıklarını fark etmemek mümkün değildi

Kendini bilmek, tanımak zordu bu kentte. İçimizdeki manevi açlık çığ gibi büyürken diğerini bulmakta kolay olmuyordu. Ola ki buldunuz. Yine bunca karmaşanın içinde “o”nu kaybetmek zor olmuyordu.

Ansızın bir fırtına çıkıp gecenin ayazından, bir süpürge misali süpürürdü tüm yaşanmış, sancılı anılarınızı…! Kaybolurdu şehrin yalnız sokaklarında, sessizce dolananlar arasında, ruh ikizi dediğimiz diğer yarılarımız.

Tam bulmuşken bir nefes sonra yine kaybediyor. Ne yazık ki yarım kalıyorduk." Çakıl taşlarının arasında tuzlu, en beyaz taşı alıyorduk". Zamana yenik düşüp avuçlarımızdan kayıyordu. Sonra kararıp yok oluyorduk. Düzene yenik düşüyordu kaldırımlarda dilenen sevdalar, “Sen” diyordu içimizde, derinden gelen ses “sen neredesin?” Peki ben neredeyim? Hangi lağımında gizli kaldım bu şehrin…?

........Diğeri

Gün ışığı mutlu eder ya her insanı. Gri bulutlarla kaplıydı bu gökyüzü, İnsanoğlunun gücü vardı. Aslında bu doğaya hakimdi. Bir zamanlar onunla iyi geçinirdi. Yıkım, değişim, kaos yoktu. Doğanın damarlarında hayat bu kadar hızlı akmıyor, insanın başını döndürmüyordu. Ezilmiyor, kendini doğanın dostu, arkadaşı gibi görüyor, gücünü onun gücüne denk buluyordu.

Sonra bir şeyler değişti. Ona yabancılaştı. Doğaya yabancılaştıkça uçurum arttı ve kendine de yabancılaştı. İnsan etrafına ördüğü duvarların içinde başka “yapay bir doğa” kurdu eski dostunun üstüne… sonra yarattığı devin altında unuttu pembe düşleriyle sarılı benliğini. İnsanlığını unuttukça hırçınlaştı. Hem cinsine yabancılaştı. Bencilleşti. Sevmeyi unuttu mesela, çıkarsızca… kavramları tüketti. İçini boşaltıp yerine yamyamlığını haklı gösterecek bir sürü anlamlar koydu

Yetişemeyeceğini bile bile zamanla neden yarışırdı ki insan?!

Kaldırıma teğet ilerlerken adımlarım bana yabancı bu şehri düşünmeye çalışıyordum. Her şey hissedebilmekti bazılarına göre, alışabilmekti.

Bu yapay doğaya alışamamıştı ruhum. Bedenimi teslim alan şehrin çığlıkları ruhuma ulaşamamıştı henüz. İnsanın özüne, değerlerine aykırı bir sistem, diğer sistemle çakışıyordu doğal olarak. Ancak kendini kandırarak, yalanlar kurarak varolduğunu sanarak geziniyor, nefessiz yaşıyordu. Bazen sorun bende mi diye düşünüyordum? Beklide yalanlarına ısınamamıştım. Ruhumun sıcaklığına erişemiyordu kent. Sorunum buydu iyi oynayamıyordum rolümü… bu yüzden kendimi yokluğun içinde, hava da gibi hissediyordum. Adımımı attığımda bana güven verecek bir şeyi arıyordum. O toprağın derinliklerinde saklanmıştı kokusu burnumdaydı. Kazımak gerekti üstünü sevinç çığlılarıyla karşılamak, göz yaşlarıyla sulamak lazımdı tohumlarını – ki yeşerip doğsun, önce ruhlarımıza sonra duvarları yıkıp doğaya


Yalan Üstüne Küçük Not

Yaşamın bize sundukları o kadar karmaşıklaşıyordu ki bazen geçmişimize tükettiğimiz nefesleri, ne kadar mutlu olmuşsak olalım, yaşanmamış sayabiliyor, değerlerimizi yok edebiliyorduk.

Beyaz bir dünya istiyoruz hepimiz

Ama zaman ilerledikçe bu beyaz dünya sararıp, kentin lekelerini almaya başlıyor defterimiz eskiyordu. Belki de hiç istemediğimiz anılarla dolu sayfalar, çoğu zaman kırmızıya dönüyordu. Kurulan hayat, düşler bakıyorsunuz ki gerçeklerle yüzleştiğinizde bambaşka deryalarda boğulup yok oluyordu.

Yalan oluyordu…


Ufka uzak bedenim bağırır ve
titrer ıslanmış gözlerim
hep daha ilerisini görmek için…


DÜŞ BAHÇESİ


Düşlediklerim vardı elbet… Düşlediklerimiz vardı. Kentin gölgesinde eriyen oyunlarımız vardı.

Gelecek insanoğlunun elinde sağa sola serpiştirdiği bir kumdu. Onu düşünür senaryolar üretir, siler, yıkar yeniden inşa eder. Yakar ama sonunda hep boyun eğerdi. Kentteki insanın ufkuyla toprağa bağlı, doğaya dost kalabilmiş insanın ufku elbette eşit değildi. Şehrin duvarları arasında sıkışan insanın tercihi, düşledikleri hep anlık olmuştu. Çünkü önünü görmekten aciz bırakılmış, bu makineleşmiş, insan hayal etme yetisinden de yoksundu. Hayalleri çalınmıştı bir şekilde… bahçesinde toprağıyla sevişen içinse hayat hep yeniden başlardı. Umut bahçesinde meyveler hiç eksik olmaz, güneş ne zaman batsa tekrar doğar ve bunu bilen insan umudunu hiçbir zaman yitirmezdi. Çünkü doğa bu kendini bozmamış insanın her zaman yanında olurdu.

O insanlar gibi yaşama hayalim, düşünmeden edemediğim bir şey. Bu duvarlarla, betonlarla çevrelenmiş dünyamda mutsuzum. Benliğim satılmış teslim alınmış hissiyle dolu ve böyle doğuyordum her güne. Biliyordum ki çoğu insan da mutsuzdu. Huzursuzdu. Kaderine boyun eğmişti ve benim içimde uyanan bir şeyler vardı. Bazı şeylerin farkına varmıştım. Ben artık eski köle değildim. Bunu biliyordum.

Tüm dünyaya gözlerimi yummaya karar verdim. Sonra…

Tekrar açtığımda karşılaştığım gerçeklik belki de hayatımda karşılaşabileceğim en güzel manzaraydı. Artık betonlarla çevrili bir dünyada değildim. Kentin sesini duymuyordum. Bir tepedeydim ve tüm dünyaya hayvanlarımın şarkıları eşliğinde bakıyordum.

Bir kuzu uçsuz bucaksız ovaya doğru koşuyordu tüm acılarından arınmış beni de yanına alarak.. alabildiğine yeşilliğin içinde tüm tonları ile dağ sarıyordu beni. Sonra bir taş görüyorum yerde, beyaz. Şehirde görsem alacağım, cebimde saklayacağım bir güneşe vermek için…. Sonra düşünüyorum almamalı mıydım? Doğa onu orada var etmişti çünkü işte insanlar böyle başlamıştı dengeyi bozmaya………

Belki de her taş yerinde durmalı… her insan istediği gibi yaşamalıydı…. Her gün, gün yeniden doğmalı…. İnsanoğlu bilmeli, anlamalı, düşlemeliydi!

Düşlemeliydi ki gerçekleri görebilsin…


Son mu?
kim bilir belki devam eder......

Hiç yorum yok: